Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Zaten bir üyeliğiniz mevcut mu ? Giriş yapın
Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Üyelerimize Özel Tüm Opsiyonlardan Kayıt Olarak Faydalanabilirsiniz
Henüz 5-6 yaşlarındaydım. O zamanlar kızamık çok acımasız bir hastalık, hangi çocuğa bulaşsa emdiği sütü burnundan getirir cinstendi. Hatta şöyle derlerdi; hayatında kızamığı geçirdin mi bir aşamayı atlatmışsın demektir.
Yine bir kış günü dışarda tipi var, kar bir metre. İşte tam böyle bir zamanda kızamık oldum. Ateş çok yüksek, bir türlü düşmek bilmiyordu. Annemler sürekli ateşime bakar ama hiç düşme işareti yok gibiydi.
Bir ara babamlar hazırlandı yolu kürekle yavaş yavaş açıp, gidip Sıhhiye Koçali Beyi getirmeye karar verdiler, çünkü o bir iğne yaptı mı ölüyü bile diriltirdi. Ama sonra kar-tipi izin vermedi ki, vazgeçildi..
Ben ise yatakta yarı baygın kıvranıyordum. Ama sürekli bana karpuz getirin, karpuz getirin diye ağlıyordum. En çok hatırladığım kısmı da buydu. Nedense o sırada canım hep karpuz çekiyordu.
3. günün sabahında rahmetli Havva nenem (Allah ona rahmet etsin, mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın) üzerimi açtı, baktı ve birden sevinçle herkesi çağırdı: Gelin gelin bakın.. atlattı artık bir şey olmaz (ölmez) dedi. Çünkü vücudumda yaralar çıkmıştı, bu hastalığı atlattığımın işareti sayılıyordu. İçimden, demek ölümden dönmüşüm, düşünceleri ile sevinçli hüzün arasında öylece uyudum. Nasıl bir denklemse sevinç ve korkuyu bir anda yaşatan bu durumu hiç unutamadım.
Yine yaş 5-6 civarı. Eski köy evlerinin ön tarafı eyvan (dışa doğru açılan, kemerli bir yapı) olur, genelde merdivenleri direk aşağı iner.
Cebim olmadığı için kazağımın ön tarafına kuru üzüm koydum ve öyle dalgın dalgın iştahla yiyordum. Bu sırada kendimi taş merdivenin en alt basamağına kadar yuvarlanırken gördüm. Kafamın üst kısmı büyük bir yarık oluşmuş, kan içindeyim. Hemen beni Rabia Teyze’ye (Allah ona rahmet etsin, mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın) götürdüler. Tabi o sırada feryat figan ağlıyorum.
Rabia Teyze soğan ve tuzu bir kapta iyice dövüp kafamdaki yaraya koydu. Ama o kadar acıdı ki halen kafamdaki o acıyı hissedebiliyorum. Tabi kan kesildi, ama ben de yarı baygınım, ‘’gidin, gidin.. ama sakın uyumasın, uyursa ölür!’’ dediğini duyabiliyordum. Tedavi mi oldum? Uyusam mı? Nasıl uyurum?.. İç içe geçen denklemler kafamı kurcalamaya devam ederken eve döndüm.. Tabi kafamdaki çukurluk halen duruyor. 🙂
Bu kez yaş 8-9 gibi. Eskiler iyi bilir, yaz aylarında kimse pek evlerde kalmaz, çadırlara çıkardı. Evler hem sıcak hem de sivrisinek vs. olurdu diye pek tercih edilmezdi.
Uygun yerlere çadırlar kurulur, ilk ve sonbaharda kıl çadırlar, yazın daha farklı bir çadır yapılırdı.
İşte böyle güzel bir ilkbahar gününde çeşmeye doğru yürürken komşunun köpeğinin saldırısına uğradım.
Beni bacağımdan ısırdı. Kadınlar toplandı ne yapalım, ne edelim diye.. tabi o sırada bacağımda derin diş izleri var -ki halen belli belirsiz yerinde duruyor.. – Doktora götürürsek köpeği öldürürler diye, beni köpeğin sahibi Emiş Yenge’ye götürdüler. (Allah ona rahmet etsin, mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın)
Emiş Yenge yaramı açtı, eline bir demir parçası aldı (levye gibi bir şey) ve ateşte ısıtarak yarama bastırdı, o şekil defalarca yarayı dağladı.
Bu acıya nasıl dayanabildim halen aklım almıyor. Tabi o sırada en az 4 kişi beni tutuyordu. Yarayı 40 dağlayarak kuduz mikroplarını öldürürmüş. Ben artık yine ağlamaktan yarı baygın düşmüşüm.
Yaramı iyice sarıp; günleri sayın, kırk gün geçerse artık bir şey (ölmez) olmaz, dedi. Nasıl bir denklemse, sarılmış, acısı dindirilmiş bir yara ve geçecek olan 40 gün.
Biraz daha büyüdük, yaş 11-12 civarı. Her sabah yakındaki tarlaya gider bütün kuş yuvalarını kontrol ederdim. Hangi yuva ne alemde diye. Nedense sürekli ağaçlara tırmanıyorum. Öyle ki ahşap elektrik direklerine hiçbir aparat olmadan çıkıyordum. Hatta Mustafa Amca’nın kavak ağaçlarının en üst kısımlarını yine ben buduyordum. Tüm bunları yapmak benim için bir oyun gibiydi.
Yine bir sabah kuş yuvaları kontrolündeyim, ağaçları tek tek çıkıp, iniyorum. Sonlara doğru kendimi birden ağacın dibine düşerken buldum. Tabi kolun biri kırık, diğeri de yerinden çıkmış. Hemen beni bir ata bindirip yakın köydeki Fatma Hala’ya (Allah ona rahmet etsin, mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın) götürdüler.
Yine acılar içinde kıvranıyorum. Yerinden çıkan kolumu çok uğraşarak bir kırt sesi ile, tamam oldu bu, deyip sardı. Diğerini de üzerine yumurta sarısı 4 tane çıta ve bir bez ile iyice sardı. Tabi bu işlem nerdeyse bir saat sürdü ama bana bir ömür.
O acıyı halen hissederim. En az 3-4 kişi beni sıkı bir şekilde tutuyordu. O güzel insan çok uğraşıp işlemi bitirince; dikkat edin, eğer morarırsa hemen doktora götürün, yoksa çocuk kangren olup ölür, dedi. Şifa, tedbir ve ciddi sonuçların olduğu bir denklem işte.
Son Söz
4 fedakâr kadın, 4 güzel insan, 4 şifa, 4 tedbir, 4 hatıra, 4 tembih ve 4 denklem. Eskiler böyleydi, her hareketleri aslında bir hayat dersi, bir eğitimdi. Yaşayarak yaşatarak eğitmek, hiçbir karşılık beklemeden yardım etmek. Bir çocuğu her seferinde yeniden hayata bağlamak, ona nefes olmak. Belki tedbirli olmayı biraz abartmış olsalar da, belki son sözleri ruhumda derin izler bıraksa da onların hayatta kalma tedbir ve tembihleri ağır gelse de. Bu çok önemli bir eğitimdir. Sosyolojidir, mikrobiyolojidir, psikolojidir, travmatolojidir. Onlar için tedbirli olmak, hastalanmamak en önemli sağlık hizmetiydi. İşte böyle 4 hatıra, 4 kadın ve 4 denklem. Allah onlardan binlerce kez razı olsun. Onları saygı, hürmet ve rahmetle anıyorum, mekânları cennet olsun.
Okumuş olduğunuz bu yazım bizzat yaşamış olduğum gerçek hatıralarımdır, Sevgiyle ve sağlıkla kalın.
Yazar: Eğitimci Süleyman BÜYÜKBAYRAM
Yorum Yaz