Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Zaten bir üyeliğiniz mevcut mu ? Giriş yapın
Sitemize üye olarak beğendiğiniz içerikleri favorilerinize ekleyebilir, kendi ürettiğiniz ya da internet üzerinde beğendiğiniz içerikleri sitemizin ziyaretçilerine içerik gönder seçeneği ile sunabilirsiniz.
Üyelerimize Özel Tüm Opsiyonlardan Kayıt Olarak Faydalanabilirsiniz
Felsefeye Göre Adalet Nedir ?
Adalet kavramı siyasi isyanı, savaşı ve daha adil bir düzeni özleyen sosyal hareketleri körükler. Doğal olarak çok tartışmalı bir konudur.
Adil ve ideal düzenin, bir toplumda; bu kulağa hoş gelir ama toplumun kriterlerinin neler olduğunu bilmemiz gerekir. Bunların arasında mülkiyet hakları, kişilerin birbirlerinin eşleriyle ilişki kurmaları, toplumsal düzenin alt tabakasında yer alanlar için sert cezalar, giderleri ortak bütçeden karşılayan herkese açık şenlikler, servetin eşit bölüşülmesi, servetin eşit olmayan bir şekilde bölüşülmesi, belirli tanrıların be kutsal yerlerin herkesçe kabul edilmesi, hoşgörünün gerekliliği, yeniliğin yasaklanması yer alabilir. Yani ayrıntılarda dar görüşlü ve özgürlükten uzak bir toplum söz konusu olabilir. Bunun farkında olmak önemlidir çünkü adalet konusunda liberal iddialar genellikle hoşgörüyü, hak ve özgürlükleri ve bazen de asgari bir yaşam standardını ifade eder.
Rawls insanlar adaletin ilkeleri üzerinde, onun ifadesiyle bir ‘’ başlangıç pozisyonu’’ndan hareketle tartışsalar üzerinde fikir birliğine varacakları tanımın, adaletin liberal tanımı olacağı iddiasındaydı. Toplumun bir sözleşmeye dayandığı yolundaki teoriye gönderme yaparak insanların kendi bireysel nitelikleri ve toplumsal düzendeki yerleri kendilerinden gizlenmiş olsa nasıl bir hayat sürdürmeyi dileyeceklerini sorar. Başka şekilde söylenirse Rawls’a göre, adil bir toplum konusunda tartışırken ve karar verirken ister dipte, ister zengin olalım ister yoksul her birimiz aynı şekilde bilgisiz olduğumuz için genellikle liberal bir çerçeve üzerinde hem fikir olurduk, hoşgörü ve temel hakların yanı sıra devletin en kötü durumdakilerin mutlak bir yoksullaşma yaşamasına engel olmak için asgari düzeyde de olsa bir refah devleti olmasını kabul ederdik.
Rawls’un başlangıç pozisyonunun avantajı yerel ve bireysel ön yargılardan kaçınma çabası içinde olmasıdır, çünkü bir tartışmacı temsilci olarak kim veya ne olduğunuzu bilmezsiniz, dolayısıyla bir bakıma kendinizi farklı düşünmeye zorlanırsınız. Bunu eleştirenlerin işaret ettiği ilk sorun burada yatar. Tıpkı toplumsal sözleşme teorisinin birçok kişi tarafından gerçekçi olmadığı yönünde eleştirilmesi gibi, anayasaların ortaya çıkışı esnasında hiçbir zaman gerçekten demokratik organlar oluşmamıştı; Rawls da içinde bireyselliğin ve kültürün yok sayıldığı, ilginç ama hayal ürünü olan bir senaryo oluşturmakla eleştirilmiştir. Bu durumda bedenlerinden sıyrılmış birtakım benliklerin tartışması hayal edilir; bu seneryo, Kartezyen düalizmi çağrıştırır ancak buna karşı çıkanlara tam da bu nedenle gerçekçi gelmez. Bu teoriye karşı çıkanlara göre siyasi tartışma kendi hayatlarını ve deneyimlerini, aynı zamanda da kendi kültürel beklentilerini masaya yatıran kişiler arasında yapılır. Bu kişilerin tartışma üzerinde kaçınılmaz bir etkisi olur; sadece bunların görmezden gelinemeyeceği anlamında değil, aynı zamanda yerel beklenti ve normlar bir liberalin görüşlerine zıt olsa bile bir kenara atılamayacağı anlamında da söz konusu olan budur. Rawls’un çözümünü, insanların teorik olarak üzerinde ortaklaşacağı öngörülen liberalizmden çok uzak olan halklara dayatmak da pek kabul edilebilir görünmemektedir. Bazı açılardan bu eleştiriler silsilesi, ABD’nin ya da Batı’nın, demokrasinin önceliğini ve parlamanter hükümet biçimini evrensel bir siyasi tarz olarak dayatan siyasi müdaheleleri içinde de kullanılabilir.
Muhazafakar kişiler hayal ürünü karakterlerin Platoncu uhrevi dünyasında hareket etmek yerine, adalet ihtiyacının evrilerek tikel koşullara adapte olması gerekliliğini vurgularlar. Bu tutum göreceliğin gelişmesine görünüşte olanak tanısa da aynı zamanda birbiriyle ilgisiz birtakım kültürlerin altında ortak yapıların bulunduğu ve belli konulardaki farklılıkların dünyanın farklı yerlerinde kıyafet modasının farklı olmasıyla benzer olduğu söylenebilir, neticede herkes kıyafet giymektedir. Elbette herkesin doğum, cinsellik, aşk ve ölüm ritüelleri vardır. Peki bunun adaletle ilişkisi nedir? Muhafazakar kişiler, adaletin insanlara kendi kültürleri çerçevesinde sosyal pozisyonlarının gerektirdiği kadarını yansıttığını ileri sürmek zorundadır, hepsi bu; uluslararası adalet fikirlerine en iyi ihtimalle klinik ya da kuşkucu bir tavırla yaklaşılır.
Hukuk teorisyenleri başka bir açıdan yola çıkarlar: Her bireyin hakları olduğu, bu hakların ihlal edilemeyeceği söylenir. Buna göre, adalet bu hakların korunmasıyla ilgilidir. Herhangi bir insan bunları ihlal etmeye kalkışırsa bu insanın işlenmiş suça orantılı olarak cezalandırılması gerekir çünkü adalet, durumun uygun biçimde telafisini gerektirir. Bu hakları betimlemek söz konusu olunca karşımıza felsefi sıkıntılar çıkar: Rawls’un modeli yaratıcı bir senaryo çerçevesinde dikkatimizi bencil çıkarlarla ilgili ola ‘’ haklar’a çeker. Robert Nozick bunları sadece varsayar, Murray Rptbard gibi doğal haklar teorisyenleriyse bunların insan doğasından kaynaklandığına inanır, rasyonelistler bunların kökeninin akıl yürütme kapasitemize dayandığını söylerler ve bunlar gibi farklı birçok görüş vardır.
Hakların kökenine ya da gerekçelendirilmesine ilişkin argümanlar çok büyük farklılıklar gösterir. Peki, hakların kendisinin ne olması gerektiği konusunda ortak bir kanı var mıdır?
Bu, hakkında nasıl tanımlandığına bağlıdır: Eğer hak, başkalarının herhangi bir davranışına karşı savunulması gereken bir şeyse ve kullanılan dil tam olarak kesin değilse gerçekten belirsiz bir kavram demektir. Ben ‘’ çekirdek haklar ‘’ kavramını tercih ediyorum, çünkü bu evrenselleşebilir ve çelişmeyen haklar anlamına gelir. Örneğin, başka bir insanın geliri, zamanı veya hayatı üzerine bir hak olamaz çünkü bu dolaysız biçimde bir çelişki yaratır; bu aynı zamanda bir hakkın eşit bir biçimde herkese ait olması gerektiği konusunu da kapsar. Bu tür haklar az sayıda olabilir ve muazzam sorunlar teşkil edebilir ancak net bir karşılaştırmalı değerlendirme, Rawls’un liberallere yaptığı gibi, çoğu zaman insanın kendi hukuki felsefesini geliştirmesi kadar başkalarınınkini incelemesi açısından da son derecede yararlıdır.
Yorum Yaz